Sabahın en erken saatiydi “Sevimli Kahramanlar” ve gün gerçekten o kahramanların tebessümüyle geçerdi. Beslenme çantası koşuşturmasıyla geçti okul zamanı ve okulun en güzel yanıydı “kar tatili”. Ayaz kokan havalarda saatlerce süren futbol maçlarıydı bizimkisi, gol atanlar Tsubasa, kaleciler Zubizaretta idi. Fruko ile sonlanırdı ya o maçlar. Herkes on yüz bin milyon baloncuk yutardı terli terli.
Güneş yerini yıldızlara bıraktığında deri kayış çıkardı belden ve hazırlanılırdı koşmaya. Soğuk ve büyük bir taş seçilirdi “kale” için. Cepte sakız parası bile yok, bir taşa tükürülürdü “yaş-kuru” atılması için ve belirlenirdi kayışı kimin saklayacağı. Apartman balkonları, araba egsozu, logar kapakları, ağaç dalları. Artık ebe olanın inisiyatifine kalmıştı tırmanacağımız yerler. Ebe kayışı saklayıp “kayış kızdı” diye bağırdığında dedektif olup arardık didik didik. Herkes birbirini kollardı kayış yememek için. Ebe’nin “sıcak-soğuk” diye yakınlık belirten yönlendirmeleriyle kan ter içinde koşuştururduk. Hiç olmayacak bir yerden çıkardı ya kayış? Kaleye ters köşede kalırdık ya? Bacaklarımız kızarana kadar koşardık, hem kayış yerdik hem de koşardık. Ebe ağaçtan düşerdi, kayışı sakladığı araba ansızın basıp giderdi. Böyle sarsıntılarla biterdi oyunumuz ama bilirdik gülmeyi.
Erzincan depremiyle sarsıldık bir gün de, sokaklarda kaldık sabahlara kadar ama korkmadık sallanmaktan yine kızdırdık kayışları. Eğer Pazar günü oyun oynanıyorsa fazla uzun tutulmazdı çünkü “Bizimkiler” beklemezdi. Yine el işi ile ilgili verilen ödevler anneye yaptırılırken Dokuz aylık oynanırdı gün bitene kadar. Kalecinin bacak arasından geçirilen gol o günün şerefi sayılırdı en çok gol yiyen “anne” en az gol yiyen “baba” olurdu oyunun sonunda, akşam yemeğinde konuşulurdu ve anlatılırdı oyun. Tasolar biriktirilirdi, bilye koleksiyonu yapılırdı hatta futbolcu kartları vardı anne tarafından evi gereksiz yere işgal ettiği söylenen.
Biz çocukken bilgisayarlar yayılmamıştı bu kadar. O yüzden kendi oyunlarımızı kendimiz icat ederdik. Var yok bir tane atarimiz vardı onun da iki günde bir adaptörünü yakardık veya tüm oyunları bitirip komşulardan “kaset” dilenirdik. Okuldan kaçıp atari salonlarına giderdik ve bütün paramızı yatırırdık o jetonlara. Oyunları bitiremezdik ama akşama kadar eğlenirdik ve eve geldiğimizde gözlerimizin kızarıklığından anlaşılırdı gün boyu nerede olduğumuz. En büyük ceza olarak bilinirdi“Sokağa çıkma yasağı” ve takdirli karneye en büyük hediyeydi “Patates kızartması”.
Sıcak bir yaz sabahına uyandık sonra başka bir kentin çocukları sallanmıştı salıncak gibi olan evlerinde ve belki de ölmüştü birçoğu. Annelerinin feryatlarını annelerimizin dizine sarılarak izledik. 17 Ağustos 1999’da büyük bir kutu koyuldu mahallenin ortasına; tasolar, bilyeler, kayışlar, futbolcu kartları, atari kasetleri ve hatıra defterlerimiz dolduruldu.
Çocukluğumuzu doldurup gönderdik ve kaldığımız yerden devam etti “Salıncak çocukları”
Not defterim dedi ki:
12 yıl oldu ama insanlar hala oldukça umutlu bir sabah görebileceklerinden… Oysa çaba bile harcamadılar… Ne yaptık ki bunu tekrar yaşamamak için…
Yonetmen dedi ki:
bir kere daha sallansa yeni kutular konacak mahallelerin ortalarına, hiçbir şey yapmadık salıncak çocukları için.